Hollywood’un ışıltılı yüzüne baktığında, çoğu zaman sadece kırmızı halıları, ödül törenlerini, şampanya kadehlerini görürüz. Ama Billy Wilder’ın Sunset Bulvarı filmi bu parıltılı dünyanın perdesini bir kenara çekip, altındaki karanlık ve tozlu yüzü gösterir. Film bir Hollywood hikayesi anlatıyor ama aynı zamanda hayallerin çürüyüşünü, geçmişe saplanıp kalmış bir ruhun trajedisini ve şöhretin aslında ne kadar yalnızlaştırıcı olabileceğini de anlatıyor.

Hikâye, ölü bir adamın kendi ölümünü anlatmasıyla başlıyor. Joe Gillis, iş bulamayan bir senaristtir. Borç içinde kıvranırken bir gün tesadüfen, eskiden sessiz filmlerin en büyük yıldızlarından biri olan Norma Desmond’ın devasa, zamana yenik düşmüş malikanesine sığınır. Norma hâlâ eski günlerin geçtiğine inanmak istemez. Kameralar artık onun yüzünü unuttuysa bile, o hâlâ bir yıldız olduğuna emindir. “Ben küçülmedim,” der o meşhur repliğinde, “Filmler küçüldü.”
Norma, Joe’yu kendi “büyük dönüş” senaryosuna yardım etmesi için yanına alır. Joe için bu, maddi sıkıntılardan kurtulma fırsatıdır; ama yavaş yavaş bu konforlu hapishanenin içine hapsolduğunu fark eder. Norma’nın dünyasında zaman durmuş gibidir. Duvarlarda kendi eski fotoğrafları, film sahnelerinden kalma eşyalar, her köşede geçmişin yankısı… Norma’nın yüzündeki teatral makyaj, sadece yüzünü değil, gerçekliği de kapatır. Joe, onun dünyasına her adım attıkça kendi özgürlüğünü biraz daha kaybeder.
Billy Wilder bu hikâyeyi anlatırken sert, ironik ve acımasız bir dil kullanıyor. Film noir atmosferi, gölgelerle kaplı sahneler, melankolik müzikler ve Joe’nun iç sesi… Hepsi bize Hollywood’un bir rüya fabrikası değil, bir “rüya mezarlığı” olduğunu hissettiriyor. Bu dünyada bir zamanlar yıldız olanlar unutuluyor; yeni yüzler, yeni hikâyeler geliyor ve eskiler, tıpkı Norma gibi, sahne ışıklarının gölgesinde solup gidiyor.

Norma Desmond karakteri sinema tarihinde çok özel bir yerde durur. Onun trajedisi sadece yaşlanmakla, unutulmakla ilgili değildir; o aslında kendi hayaline tutsak olmuş bir kadındır. Bir zamanlar milyonların önünde parlayan bir yıldızken şimdi kendi hayal dünyasında, geçmişinin enkazında yaşamaktadır. Film boyunca onun çöküşünü izleriz ama Billy Wilder, Norma’yı asla sadece “deli bir kadın” olarak çizmez. Norma, trajik bir figürdür. Duygusal, kırılgan, aynı zamanda korkutucu bir biçimde gerçektir.
Filmin finali sinema tarihine kazınmıştır: Norma cinayet işledikten sonra aklını tamamen yitirir ve polisler geldiğinde, onları kameralar sanarak “sahneye çıkmak” için merdivenlerden aşağı iner. Işıklar altında, gözleri donmuş bir şekilde kameraya bakar ve “Mr. DeMille, I’m ready for my close-up.” der. O an, hem Hollywood’un sahte büyüsünün hem de bir insanın hayalle gerçeklik arasında tamamen kayboluşunun sembolüdür.
Sunset Bulvarı, sadece eski bir film değil; sinemanın kendisine tutulmuş bir ayna. Billy Wilder, bu hikâyeyle bize şunu hatırlatıyor: Her ışığın bir gölgesi vardır. Hollywood’un parıltısı ne kadar büyüleyici olursa olsun, o ışığın hemen arkasında Norma Desmond gibi unutulmuş yüzler, bitmiş hayaller ve sahte gülümsemeler vardır.
Belki de bu yüzden film hâlâ bu kadar etkileyici: Çünkü hepimiz bir şekilde Norma’yız. Hepimiz bir zamanlar parladığımız bir anın geçmesini istemiyoruz. Hepimiz, bir yerlerde o eski günlerin hâlâ bizi beklediğine inanmak istiyoruz. Ama gerçekte, tıpkı Sunset Bulvarı’nda olduğu gibi, hayat ilerliyor ve ışıklar bir kez söndü mü, geriye sadece yankılar kalıyor.
